"Enter"a basıp içeriğe geçin

Çernobil’in 3 Kahramanı

Last updated on 19/09/2024

1986 yılının 26 Nisan’ında, Çernobil nükleer enerji santralinin dördüncü reaktöründe yaşanan patlama ve ardından gelen çevresel yıkım, modern tarihin en karanlık olaylarından biri olarak kayıtlara geçti. Meydana gelen geniş çaplı radyoaktif sızıntı, bölge halkının ve çevre ülkelerin sağlığı için ciddi endişelere yol açtı.

Hiroşima’ya atılan nükleer bombanın etkisinden dört yüz kat daha fazla radyoaktif madde atmosfere karıştığı söyleniyordu. 155 bin kilometrekarelik bir alan etkilenirken, 52 bin kilometrekarelik tarım arazisi onlarca yıl boyunca kullanılamaz hale geldi. Ayrıca, radyoaktif tozun yayıldığı Sovyet Rusya ve Türkiye’nin Karadeniz bölgesinde kanser vakalarının artış riski belirlendi.

O dönemdeki bazı yetkililerimiz, radyasyonun zararsız olduğuna dair hafifseyici yorumlar yapsa da, yaşananlar gerçekten büyük bir felaketti.

Ancak, dünya çapında ses getiren Çernobil felaketinin perde arkasında, engellenmemesi halinde çok daha yıkıcı sonuçlar doğurabilecek başka bir olay daha vardı. Kendi hayatlarını tehlikeye atarak ülkemizin bir bölümünü bile kurtaran üç cesur insanın öyküsü.

Çernobil santrali, 1970’lerde Sovyetler Birliği tarafından, Çernobil şehrine 16 kilometre uzaklıkta, Belarus ve Ukrayna sınırına yakın bir konumda inşa edildi. Santral çalışanları ve aileleri için, tesise üç kilometre mesafede Pripyat isimli, sıfırdan inşa edilmiş bir şehir kuruldu. Bu şehir, çok sayıda okul, spor kompleksi, yüzme havuzu, oyun parkı, kafe ve ikonik bir eğlence parkı içeren tipik bir Sovyet yerleşim birimiydi.

1986 yılında, nüfusu yaklaşık 49 bin olan Pripyat’ta, 25 Nisan gecesi, Çernobil santralinin dördüncü reaktöründe uzun süre ertelenen bir deney gerçekleştirilmeye karar verildi. Deneyin amacını anlamak için, öncelikle bir nükleer reaktörün nasıl işlediğini bilmek gerekir.

Nükleer reaktörler, esasında enerji üreten birer tesis olarak düşünülebilir. Radyoaktif izotoplar, yani yakıt (bu tesiste uranyum-235), reaktör çekirdeğinde bulunur. Reaksiyon başladığında, hem büyük miktarda ısı hem de yüksek seviyede radyasyon ortaya çıkar. Su ısınır ve buharlaşır, buhar türbinleri harekete geçirir ve bu hareketle oluşan enerji, bir jeneratör aracılığıyla elektrik enerjisine dönüştürülür.

Bu tepkimeler sırasında kontrol çubukları kullanılır. Bunların görevi, üretilen enerjiyi dengelemek ve reaksiyon hızını ayarlamaktır.

Gelelim o gece yapılması planlanan teste. Bu test, olası bir elektrik kesintisi durumunda, soğutma pompalarına giden enerjinin kesilmesi halinde, türbinlerin soğutma pompalarına yeterli gücü sağlayıp sağlayamayacağını ve böylece reaktör çekirdeğinin, yedek jeneratörlerin devreye girmesi için gereken 30 saniye boyunca erimesini önleyip önleyemeyeceğini belirlemek amacıyla yapılacaktı.

Ne yazık ki o akşam beklenenlerin aksine hiçbir şey yolunda gitmedi, deneme esnasında santralin görevlileri reaktörün güç kontrolünü yitirdiler.

Kontrol kaybolunca çekirdeğin sıcaklığı ani bir şekilde arttı, bu nedenle reaktörün soğutulması gerekiyordu ve kontrol çubuklarına su enjekte edildi fakat umulanın aksi gerçekleşti ve aşırı ısının azaltılması amacıyla enjekte edilen su geniş ölçüde sıcak buhara dönüşerek, fazla basınç oluşturdu ve reaktör içerisindeki patlama tonlarca ağırlığındaki tavanı gökyüzüne fırlattı.

Böylece çekirdek maruz kalmış ve ciddi bir radyasyon kaçağı oluşmuştu, nöbetçi olan iki çalışan, bu ilk patlama sırasında yaşamını yitirdi, bunun hemen sonrasında, soğutma pompalarından gelen su, yakıt çubuklarının metalik yapısıyla tepkimeye girerek ikinci bir patlama daha gerçekleşti.

Meydana gelen büyük çaplı yangın nedeniyle bölgeye itfaiye ekipleri ve yer altı işçileri yönlendirilmesi zorunlu hale geldi, bölgesel itfaiye ekipleri olay yerine vardıklarında, normalin çok üzerinde, yüksek dozda radyasyona maruz kaldıklarının farkında bile olmadılar.

Devletin itibarının zarar görmemesi için, meydana gelen kaza hem dünya genelinden hem de kendi vatandaşlarından saklandı, tabii ki bu saklama işlemi birkaç gün sürecekti ama ilk etapta orada bulunan çalışanların neredeyse tamamı birkaç hafta içerisinde ölecekti.

İtfaiye ekiplerinin yoğun çabaları neticesinde, patlamadan kaynaklanan yangınlar yaklaşık altı saatte kontrol altına alındı ama tehlike devam ediyordu çünkü asıl problem yangın değildi.

Patlamadan sonraki günlerde, mayıs ayının başlarında reaktör dört numaranın çekirdeği erimeye devam ediyordu, eriyen radyoaktif madde lav kıvamına dönüşüyor ve yavaşça zemin eriyordu.

Sovyet otoriteleri ilk olarak nükleer kaçağı durdurmayı hedeflemişlerdir ki başlangıçta üstten müdahale ile nükleer kaçağın üzerini örtmeyi planlıyorlardı ama gözden kaçırdıkları bir nokta vardı, eriyen reaktörün altında oldukça geniş bir su birikintisi bulunmaktaydı, bu, santralin soğutma suyu ile itfaiye ekiplerinin yangınları söndürmek amacıyla kullandıkları suyun karışımıydı, üstelik havuz ile reaktör arasında kalın bir beton tabaka yer alıyordu.

Fakat çekirdek eridikçe beton da erimeye başladı ve eriyen radyoaktif madde suya doğru ilerlemekteydi, eğer lav bu su ile temas ederse, büyük bir buhar patlaması meydana gelecek ve diğer üç reaktör de dâhil olmak üzere, tüm tesisin yıkılmasına sebep olacaktı ki bu durum felaketin ta kendisi demekti.

Gerçekte bu kısım biraz karmaşık, çekirdeğin erimesiyle ortaya çıkan radyasyon ile patlamanın yıkıcı etkisi sıkça karıştırılır. Şüphesiz ki Çernobil, Japonya’ya atılan atom bombalarından yaklaşık dört yüz kat daha fazla atmosferik radyoaktivite yaymış ve etkileri zamanla çok daha uzun süre devam etmiştir ama ölüm oranı çok daha az olmuştur.

Örneğin; Nagazaki’de 70.000 kişiye kıyasla, bu felaketten doğrudan etkilenip ölenlerin sayısı yaklaşık 4.000’dir. Ancak asıl tehlike, lavların yer altındaki su kütleleriyle buluşup meydana getireceği hidrojen patlamasıdır.

Bazı tahmin ve hesaplamalara göre, böyle bir patlama yaklaşık 3.000 ile 5.000 kiloton arasında olacaktı ki bu, Nagazaki’ye atılan 21 kilotonluk bombadan, 140 ile 230 kat daha büyük bir güç anlamına gelmekteydi, bu nedenle bu durum Ukrayna’nın tamamının, hatta Avrupa’nın bir bölümünün yok olması, 30 milyon insanın su kaynaklarının radyasyonla kirlenmesi, ayrıca yüzlerce yıl sürecek bölgesel yaşamın son bulması anlamına gelecekti.”

“Sorgulama oldukça basit ve netti: Lavın su deposuna erişimi nasıl önlenir? En yalın yanıt, depoyu boşaltmaktı. Bunun için, drenaj vanalarına erişip onları açmaları şarttı; fakat burada da bir engel vardı, çünkü vanalar radyoaktif su altında kalmıştı, yani bu, basit bir iş değil, ölümcül sonuçlar doğurabilecek bir görevdi. Bu yüzden, krizi idare eden ekip, personeli toplayıp görevin tehlikelerini detaylıca açıkladılar ve görevi üstlenmeye hazır olanlar akut radyasyon sendromuna maruz kalırsa ki bu oldukça muhtemel bir durumdu, geride bıraktıkları ailelerin devlet koruması altında olacağını ifade ettiler.

İşte bu kritik anda, isimleri pek bilinmeyen o yiğitler sahneye çıktı; Alexei Ananenko, Valeri Bespalov ve Boris Baranov isimli üç santral çalışanı, su altındaki havuz temellerine dalıp, drenaj vanalarını aramaya, kilidini açmaya, suları tahliye etmeye ve tüm Avrupa’yı, hatta daha cesur bir ifadeyle insanlığı kurtarmaya gönüllü oldular. Milyonlarca insanın refahı için ve yüksek radyasyona maruz kalmayı göze alarak, ölümün nefesini enselerinde hissederek, en basit tabiriyle bir intihar görevine atılmışlardı.

Ananenko sonradan yaptığı bir açıklamada, ‘Aslında görevi daha sonra reddetmeyi düşündüm ama vanaların konumunu en iyi bilen benken, bunu nasıl yapabilirdim?’ diye belirtecekti. Ananenko ve Bespalov, güvenlik sisteminin yapım ve kurulumunda birlikte çalışmış, altyapısını, drenaj sistemini, ana boruların yerini ve suyu boşaltacak vanaların tam yerini biliyorlardı.

Üçüncü gönüllü Baranov, aydınlatma ekipmanını kullanacaktı; normalde bu işlem santralin bilgisayarları tarafından otomatik olarak yapılıyordu, ancak patlama ve sonrasında meydana gelen su baskını, tüm elektronik sistemi işlevsiz hale getirmişti, bu yüzden Ananenko ve arkadaşları bu işlemi elle yapmak zorundaydı.

Operasyondaki en büyük risk, radyoaktif sudan kaynaklanıyordu; Ananenko, Bespalov ve Baranov, cildi birkaç saniye içinde bronzlaştırabilecek, ağızda acı bir metalik tat bırakacak ve deriyi binlerce iğne batması gibi tahriş edecek, 5000 saatlik röntgen ışınımından daha fazla radyoaktif doza maruz kalacaklardı; kısacası, bu üç gönüllü, hayatlarını tehlikeye atabilecek radyoaktif bir baskıyla mücadele etmek zorundaydı.

Görevli mühendisler, havuzun yüzeyinden sadece sınırlı bir ölçüm yapabilmişlerdi ve oradaki radyasyon seviyeleri çok yüksek değildi; ancak bu üç kişinin gireceği suyun radyasyon düzeyi hakkında kesin bir bilgi yoktu, çünkü ölçüm yapmak bile aşırı riskliydi.

 Üç kahraman, koruyucu dalış kıyafetleriyle, neredeyse tamamen karanlıkta, dizlerine kadar radyoaktif suya batmış, sayısız boru ve vananın bulunduğu bir koridordan yürüyerek Bodrum katına indiler.”

Atmosfer, radyasyonun metalik keskinliği ve yakındaki aşırı sıcaklıkla boğucu bir duruma gelmişti. Yanlarında, ölçüm kapasitesi sınırlı olan iki adet dozimetre bulunuyordu; biri göğüs hizasında, diğeri ise su içindeki radyasyonu ölçmek üzere birinin bacağına bağlanmıştı. Yolculuklarının ortasında, Baranov dozimetredeki okumaları endişeyle takip etti. Dizlerine kadar radyoaktif suya gömülü halde, kirli suyun yüksek radyasyonundan gelen metalik kokuyu içlerine çekerken, vanaları aramaya devam ettiler. Arada bir, suyla teması azaltmak için boruların üzerinden geçtiler. Vanalara vardıklarında, onları kolayca açıp suyu boşalttılar ve meslektaşlarının alkışları eşliğinde dışarı çıktılar.

Bu, imkansız olarak görülen bir görevdi ve tahmin edilenden çok daha kısa sürede, ölçülemeyen radyoaktif suyun içinde kalarak başarıya ulaştılar.

Hikaye burada mitolojik bir hal almıştı; bu üçlünün görevi tamamladıktan hemen sonra öldükleri ve insanlık adına kendilerini feda ettikleri gibi yanlış bilgiler yayılmıştı. Gerçek şu ki, fedakarlık yapmaya hazır olmalarına rağmen, üçü de oradan sağ çıkmayı başarmıştı.

Boris Baranov 2005 yılında kalp krizi nedeniyle vefat etti, Alexei Ananenko ve Valeri Bespalov ise bugün hala hayattalar. Bu üç kişi, görevleri sırasında bazı radyoaktif etkilere maruz kalmış olsalar da, işlerini çok hızlı bir şekilde tamamlamaları ve suyun radyasyon etkilerini hafifletmesi, onların ölümcül bir sonla karşılaşmalarını engelledi.

En çok suya maruz kalan bacaklarında, ‘radyoaktif bronzluk’ olarak adlandırılan siyah lekeler oluştu. Görevi bitirip dalgıç kıyafetlerini çıkardıktan sonra duş aldıklarında, defalarca yıkansalar bile, üzerlerine tutulan dozimetre cihazı hala yüksek radyasyon seviyeleri gösteriyordu. Sonuçta, bu adamlar saygıyı hak ediyorlar; çünkü yapılması gerekeni yaptılar.

Aslında, Ukrayna halkını ve ülkemizin önemli bir kısmını, Avrupa’nın geniş bir bölümünü, kendi yaşadıkları ve olası daha büyük bir felaketten kurtardılar.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir